22 Ağustos 2011 Pazartesi

Geçmişe Yolculuk....Nevzat Sayın ile İnteraktif bir söyleşi...


Nevzat Sayın ile söyleşiden çok interaktif bir şekilde gelişen bir dialog... İlk göz ağrılarımdandır. Yayıncılık için uğraştığım zamanlardan..Hem de en çöm halim... Biraz uzun ama bir solukta okunabiliyor...

MURAT ŞAHİN:
Farklı sanat dallarıyla işbirliği yapmayı seviyorsunuz, örneğin Enis Batur ile bir çalışmanız var. Bu tip çalışmaların kendinize neler kattığını düşünüyorsunuz? Yoksa bir hobi olarak mı uğraşıyorsunuz?

NEVZAT SAYIN:
Öğrenciliğimden beri benim dışımdaki disiplinlerin nelerle nasıl uğraştıklarını hep merak ettim. En çok da sanatın içine giren konular ilgimi çekti. Çünkü sanatçılar dünyaya bizim gibi bakmıyorlar; onların bakış açıları çok farklı. En önemli ayırıcı nokta sanırım şurası; onlar ikna edici veya inandırıcı olmak zorunda değiller. Sonuçta bu nokta,  sanatçıyı çok özel kılıyor. Bir mimar olarak düşündüğümüzde, projenin nesnel bir biçimde sadece senin için değil başkası için de anlaşılır bir şey olması gerekir. İkna edici olmalı, inandırıcı olmalı. Başlangıçta sanat beni bu özelliğiyle çok ilgilendirdi. Sonrasında, sanatçılarla diyaloglarım oldu. Ben bir sanatçı değilim,  sanatı önemsiyorum. Sanatın yalnızca içinden bakılabilen bir şey olduğuna inanıyorum. Ve bence bu çok önemli. Fotoğraf Doğrudan doğruya uğraştığım bir konu. Enis ile çalışma konusu da bu noktada ortaya çıktı. Ben fotoğraf çektim, Enis onların metinlerini yazdı ve grafik tasarımcı Mehmet Ulusel onları bir araya getirdi. Sonrasında matbaacı Kemal Aydınlı onların bizim istediğimiz koşullarda basılabilmesini sağladı. Fotoğraflarla ilgili çalışma aynı mekânın üç fotoğrafçı tarafından yeniden okunması çalışmasıydı. Dolmabahçe Sarayı’nın Veliaht Dairesi, şimdiki Resim Heykel Müzesi içinde kalan bir hamam bölümü vardır, çalışma burada yapıldı. Sıtkı Kösemen, Mehmet Mutaf ve benim yaptığımız bu çalışmada üçümüz ayrı ayrı birer gün kullanarak sabahtan akşama kadar aynı mekânı fotoğrafladık. Sonunda da sergiledik. Bu serginin metnini değil ama benim fotoğraflarımın kullanıldığı bir başka çalışmanın metnini yine Enis Batur yazdı. Sonraki çalışma yanık teknelerin fotoğraflarıydı. Tekneler beni önceden beri çok çekmiştir. Strüktürleri yüzünden, olağanüstü simetrileri yüzünden, aslında biz kara insanlarına ait olmayan bir dünyanın yapıları oldukları için. Yüzmeleri, fırtınalarla boğuşmaları büyüleyicidir. Sergideki teknelerin yanmış olmaları ve artık yüzemeyecek olmalarının altındaki hikâye yüzünden ben onların fotoğraflarını çektim. Enis onların metinlerini yazdı. Bunun yanı sıra grafik tasarımcısı matbaacı gibi insanlarla bir arada çalıştığımız ve sonuç ürünlerde satıldığı için çalışma alıcılarında katılımıyla turunu tamamlamış oldu.

M. Ş.:
RAF Ürün Dergisi'nin Mayıs Sayısı cıktı. Derginin Mayıs Sayısı'nda Nevzat Sayın'a ait “Rorschach” isimli bir tasarım yer alıyor . Rorschach karakter analiz testinde mürekkep lekeleri bireylere gösterilerek neye benzettikleri soruluyor ve alınan cevaplar kişinin psikolojik durumunu ortaya koyuyor. Grafik tasarım hakkındaki düşünceleriniz ve ilginiz hakkında ne söyleyebilirsiniz?

N. S.:
Rorschach testinde 10 kart var. Ve bu kartlar üzerinden konuşulur. Rorschach beni önceden beri çok çekiyor – belki - yine simetri ekseni yüzünden. Katlanarak oluşturulduğundan dünyanın en simetrik şeyi diyebiliriz. Sağında ne varsa solunda da o var. Ama ona bakan insan ona bakarak sürekli başka bir hikaye yazıyor. Yazdığı hikâyenin kodlanması ve kodların deşifre edilmesiyle de ona ait bulgulara ulaşılıyor. Oldukça kısa, kesin ve başka rahatsızlıkların da ön bilgilerini taşıyan iyi bir bulgu kaynağı olarak kullanılıyor. Ben bunu teknelere uygulamıştım bir zamanlar. Tekne zaten tabiatı gereği sağı solu aynı olmak zorunda olan bir şey. Çektiğim tekne fotoğraflarının bir yanını koparıp, atıp, diğerini öteki yana yatırarak; yani neredeyse hayatta hiç olamayacak derecede bir simetri ekseni oluşturmak için çalıştım. Rorschach lekeleri benim uzun süredir söyle ya da böyle üzerinde çalıştığım bir şey. Hangi defterimi açsanız bir sürü roshe eskizi görürsünüz. Raf’ ın kapağında yer almasının nedeni ise; malzemeler ve mimarlık dünyasının bugünkü uçlarıyla ilgili. Kendinden menkul ve yapan tarafından açıklanmadığı sürece, kolaylıkla anlaşılamayan bir mimarlık anlayışı var. Bu anlayış sonucu; daha heykelsi, daha sanata yaklaşan, daha mimarın iradesi ile anlaşılabilen, daha tekil, daha fiyakalı yapılanlar. Benim kişisel olarak mimarlık anlayışıma hiç uymayan şeyler. Ben kişisel olarak daha sakin, daha bağırıp çağırmayan, daha rasyonel, daha kolay anlaşılan yapılar yapmayı tercih ediyorum. Ama iş giderek oraya doğru gidiyor. Zaha Hadid, Koolhaas, Gehry (aksi görünüşte duruyor görünmesine rağmen )Calatrava gibi. Yani çok insan sayabilirsiniz. Yani şu anda dünya bununla uğraşıyor. Olabildiğince spectacular(göz alıcı), extravagant(aşırı) yapılar üretilmesi marifetmiş gibi sayılıyor. Bu aslında, körlerin fili tanımlaması gibi bir şey. Öte yandan malzemeler de bu hale geldi. Taşlar, metaller, camlar; hiçbir şey sanki olması gerektiği gibi kullanılmıyormuş gibi geliyor. O “Rorschach” isimli tasarımın rafın kapağında yer almasının nedeni de bu. Ne görüyorsunuz? Bu bir hamam böceği mi,  tekne mi, yaratık mı, uzay aracı mı? İşte böyle hafif sataşmalı bir denemeydi.

M. Ş.:
Projelerinizde Ando’yla benzer yönler var. Konsept olarak olmasa da aslında aynı dili konuşuyor gibisiniz. Örneğin; DİKİLİ-SENAN. Siz kendinize baktığınız zaman kendinizi nerede görüyorsunuz? Sizin genel olarak tarzınız, mimarlık anlayışınız nedir?

N. S.:
Bunun kararını ben veremem evet ya da hayır diyemeyeceğim bir şey. Evet Ando’yu önemsiyorum. Ama diğer yandan benimseyerek önemseme değil bu aslında. Bu tarz “meselesi;” mimarlıkta tartışılan bir şey, olmalı mı, olmamalı mı; olur mu olmaz mı;  bunun üzerine bir yatırım yapılabilir mi? doğrusu kendiliğinden oluşan bir şeydir diye düşünüyorum. Ben insanın bir üslubunun, bir tarzının olması konusunda yola çıkarken böyle bir düşüncesinin olamayacağını düşünüyorum. Ama sonunda kaçınılmaz bir biçimde bunun olacağını söyleyebiliriz.
En belirleyici şey benim için bir yapının içinde yer alacağı topografya ile kurduğu ilişki. Yapının ne olacağı da öyle okul mu, ev mi, işyeri mi? Ama bakıldığında yapılar yapıldıklarından bir süre sonra yapılış amaçlarının çok dışında da kullanılıyor.  Bence bu onun ikinci hayatı. Bir şekilde, fabrika olan yapı okula, okul olan yapı konuta, konut olan bir yapı pastaneye dönüşebiliyor. Çağdaş dünyada buna sıklıkla rastlıyoruz. Ama bence o başlangıçta gözetilebilecek bir konu değil. Kimse bunun hesabını tam anlamıyla yapamaz. Yani dönüşmelerin hepsini tam da olması gerektiği gibi karşılayacak bir yapıdan söz edilemez. Bundan dolayı benim için biraz önce söylediğin dikilideki eve geliyor iş. Biz orda öncelikle bir problem tarif ettik. Dedik ki; köyün dışından malzeme taşıyıp getirmeyeceğiz, o köyün dışından işçilik almayacağız, köyün dışından olacaksa çok işimize yarayacak olsa bile çeşitli detaylara ve yeni malzemelere doğru gitmeyeceğiz. Ve orada yerden topladığımız taşla o evleri yapacağız.  Oradan kazdığımız toprakları oraya buraya atmayacağız onları kullanacağız. Orada yapmak istediğimizi anlatacak söz “derenin tasıyla derenin kuşunu vurmak” bu bir üst kuraldı. Diğer bir üst kuralımız ise görünmemekti. Özel olarak saklanmak değil ama özel olarak görünmek için bir çaba göstermemekti. Dolayısıyla belirgin olmamak seçtiğimiz bir şeydi. Üst kurallardan bir diğeri ise mimari bir dil olarak başlangıçta olabildiğince oraya göre, oraya ait olan, oradan yola çıkan, zaman içinde biraz daha modernize olabilen, biraz daha bizim dünyamıza yakın yapılara doğru giden bir şey olabilir mi acaba diye çok kısık sesle bir şey kurmuştuk. Bugün bunun uygulanabildiğini görüyoruz. Buna karşılık Bodrum’da yaptığımız bir ev var. Daha sahipleri yeni yerleşti. Bodrum’da evle taş, beyaz kübik bazı kütleler anlaşılıyor. Bu evde Tamamen bulunduğu coğrafya ile bağlantılı ilerledi her şey 8 metrelik akslarla iki yöne dikilmiş bir zeytinlikti arazi. Zemin etütlerinde arazinin
1.5 m altında su olduğu çıktı ortaya.  Yerden 1 m yükseltilmiş 4 m akslarla 8 m aralıklı zeytinlerin ara akslarını oluşturan ızgara ve bu ızgaranın çeşitli yerlerinin kapatılmasıyla oluşan yapının ana taşıyıcı sistemi çelik, duvarları ise 5.5 cm kalınlığında kontrplak atölyede yapıldı, arabaya kondu, oraya götürüldü ve yerinde monte edildi. Şimdi bu da bambaşka bir şey. Dikili’de yaptığımızın şeyin tam tersi. Bütün bunlar başlangıçta neyi, nasıl tarif ettiğinize bağlı. Irmak okulunu yaparken okul idaresi bizden üç yazda okulun tamamlanmasını istedi. Bu da demektir ki benim o projeyi 9 ayda tamamen bitirmem gerekiyor.9 ayı da 3 e bölmem gerekiyor ve her 3 ayda bitirdiğimizde o dönem kullanabilmem gerekiyor. Bu yapının arazisi ince uzun ve sadece kısa kenarlarından birinde çıkış var. Yapıyı öyle kurgulamalıyım ki inşa edip geri çekilmeliyim ve en sonunda çıkıp gidebilmeliyim. Tekrar başa dönme imkânım yok. Bu hem arazinin yapısı yüzünden hem de bana sadece üç yaz döneminde okulu bitirmemi istemelerinden dolayı önemli belirleyici bir veri.
Yapı da hem büyük prefabrik parçalar hem de küçük prekast elemanlarla çalışıldı.  Son kat ise ahşap olarak inşa edildi. Bütün bu kararlar zamanı iki kere kullanmak için. Asıl derdimiz buydu. Ben duvarlarını yaparken demirci merdivenlerini yaptı. Onun için merdivenler betonarme değildi. Betonarme imalatı yapılırken ahşaplar İtalya’da bir yerde hazırlandı, teknelerle geldi. Zaman benim için üç kez kullanılmış oldu ve biz 3/üç yazda vaat etmemize rağmen iki yazda bitirdik. Sonuçta bahsettiğimiz tüm yapılar birbirine hiç benzemeyen yapılar. Bunların hepsinin ortak bir paydası var o da bu yapıların hepsinin bu bürodan çıktığı anlaşıyor. Bunu sağlayan nedir bilmiyorum. Öyle olsun diye bir çabamız yok ama sonuçta öyle oluyor.

M. Ş.:
Irmak Lisesi’nden bahsettiniz. Bildiğim kadarıyla Türkiye de konstrüksiyon sistemi ahşap olan ilk bina olarak geçiyor. Baktığımızda mimarlık ve malzeme sorusu karşımıza çıkıyor. Nasıl alışverişlerimizi süpermarketlerden yaparken ihtiyaçlarımızı alırken gözümüze takılıp şuna ihtiyacımız var diyoruz, mimarlıkta buraya mı geldi? Markete girip şu şu malzemeleri seçip yapabilirim mi?

N. S.:
Aslında dediğin yapılabilir. Bu bizim ülkemizde çok yaygın değil ama başka ülkelerde böyle yapmak mümkün. Bu bir deneme olarak yapılabilir ama yaygın yapım yöntemi olarak düşünülemez. Bir yapı yaparken kullandığımız malzemeleri seçmemizin nedenleri var, dayanıklılıkla,  geçicilik ya da kalıcılıkla okul mu ev mi fabrika mı olduğuyla ve eninde sonunda ne görmek istediğinizle ilgilidir. Bunlar gibi çok çeşitli nedenlerden dolayı o malzemeye karar verilir. Malzemeye sonradan karar veremiyorsunuz. Çok ilginç bir şey, eğer seçtiğiniz malzemeyi değiştirirseniz o yapı artık o yapı olmuyor; çok şey değişiyor.

M. Ş.:
Hem ulusal hem de uluslararası projeleriniz var, peki bir projenin ulusal ya da uluslararası olması sizin için fark ediyor mu? bu mimarinin şekillenişinde bir 'girdi' mi sizin için? Mimari açıdan ulusal ve uluslararası projelere yaklaşım açısı aynı mı?
N. S.:
Açıkçası bir şey değiştirmiyor. Sonuçta projenin bana ait olması benim için yeterli
Türkiyeli tasarımcı mimarlar dünyanın her yerinde yapı üretebilirler. Bu konuda bir sıkıntıları olacağını zannetmiyorum. Yetişkinlikleri açısından dünyanın baksa yerlerindeki iyi mimarlarla hiçbir farkları yok. Onların deneyimleri belki biraz daha çok. Bütün bunlar baslarına daha çok gelmiş oluyor ama bizimle bu anlamda bir farkları yok; yapabiliriz.

M. Ş.:
GÖN ve BOŞLUKTAKİ BEYAZ EV için bulundukları yerleri başkalaştırdıklarını söyleyebiliriz. DİKİLİ-SENAN evinin ise tam tersine bulunduğu yere uyum sağladını görüyoruz. Bir ikilem söz konusu. Bunu belirlerken nasıl bir yol izliyorsunuz ya da bu yapılarda bu farklılıklara nasıl karar verdiniz?

N. S.:
Yaptığım yapıların anlaşılmış olması güzel bir şey. Bu böyle gerçekten. Niye böyle peki? Aslında farklı nedenlerden. Mesela GÖN bir gecekondu bölgesinin ortasında bir yapıydı ve uzun bir sürede öyle kalacaktı. Aradan şu kadar zaman geçti hala öyle. 1986- 2006 aradan 20 yıl geçmiş o bölge hala bir gecekondu bölgesi ve neredeyse hiç değişmedi. Bu bölgenin özelliğini göz önünde bulundurarak yapacağımız yapıyı bu açıdan düşündük. Yapacağımız yapının belirgin olması, çevrenin içinde eriyip kaybolacak bir şey olmaması çok önemliydi. Tekirdağ! da yaptığımız BOŞLUKTAKİ BEYAZ EV tamamen başka nedenlerden öyle oldu. Ben oraya ilk gittiğimde askeri bölgenin hemen yanından daracık, arabanın zor sığdığı bir patikadan meşe ormanlarının arasından girdik, bir öğlen sıcağıydı, bembeyaz bir boşluğa çıktık. Bembeyaz, içinde bir tek çalı bile yok. Çok ilginçti. Güneye doğru hafifçe eğimli, Benim oryantasyonum iyidir, neresi doğu, neresi batı, rüzgârlar, v.b bunları bilirim. O arazinin ortasında durduğumda ve güneşte tam tepemdeyken neresi doğu neresi batı hiçbir şey kavranamazdı. Bu boşluk duygusu biraz böyle gelişti, öğlen güneşinde o kadar beyazdı ki toprak, etrafındaki meşe ormanın içersinde gerçekten kendi parıltısıyla boşluktu. Dolayısıyla tutunabileceğim hiçbir şey yoktu. Yapıyı olabildiğince kuzeye yaslayıp rüzgârdan bahçeyi korumak için yapıyı olabildiğince uzatıp kuzey bölgesine yapılmış duvara dönüştürüldü yapı. Etrafımda yönler, rüzgârlar, güneş gibi şeylerin dışında yapısal referans alabileceğim hiçbir şey yoktu. Bugünde yok. Yani o evden bakınca başka hiçbir yapı görünmüyor. Başka herhangi bir yerden de o yapıyı görmüyorsun.
Dikili de ise bizden önce yapılmış bir şey vardı ve bence çok kıymetli bir şeydi çünkü ben “sıradan” şeylerle çok ilgiliyim ve onların kendi aralarında kurduğu ilişkinin önemli bir şey olduğunu düşünüyorum. Orada da tam tersine inadına uymak özel olarak gösterilmedikçe anlaşılmamak, içinde eriyip gitmek ve göze batmamak gibi bir problemimiz vardı.

M. Ş.:
Ben baktığımda köyde dolaşırken hiç rahatsız etmeyen göze batmayan köye ait bir şey görüyorum. Hem aynı hem ayrı sanki baktığımda onu hissettim?

N. S.:
Bu çok önemli bizim için. Mesela “hem farklı hem aynı” harika bir şey. Bunu köyden bir adamda söylemişti çok hoşuma gitmişti. Bir bakıyorum bizimkiler gibi, bir bakıyorum farklı diyordu.

M. Ş.:
Biraz önce Han Bey’den bahsettiniz. Bizim açımızdan 9+1 in birçok artısı vardı. Peki Nevzat Sayın olarak 9+1 size ne kattı ya da bir şeyler katmasını planlamış mıydınız? Sonuçta dünyanın hiç bir ülkesi gündemdeki 10 mimarını bir yerde toplayıp birbirini eleştiren bir platforma sahip değil.

N. S.:
İlk değil aslında bunu daha farklı gruplarda denediler. İlk olarak aklıma Newyork 5lisi geliyor mesela. Uzun uzun konuşmaları var. Daha küçük gruplar tarafından da denendi. İkili grupların diyalogları da var bildiğim kadarıyla. Yapılmış, denenmiş olduğunu düşünüyorum bu anlamda; mimar olmanın yanında bir tanışıklığımız da var birbirimize. Mesela Han, mimari anlayışımız bakışımız dışında çok yakın, benim için çok önemli biri beraber vakit geçirirken mimarlık adına bir şey konuşmadığımız çok zamanımız olmuştur. Mehmet Kütükçüoğlu mesela çok yeni tanımaya başladığım ama tanıdıkça da çok sevdiğim bir arkadaşım. İhsan zaten ister bu örgütlenmenin en tepesindeki adam olarak olsun ister benim için olsun çok önemli bir insan. Biz kendi aramızda yapılarımızı çok konuşuyoruz. Eleştirirken uç noktalara vardığımız da olur. Ama sağlam bir kritiktir. Fikir Tansel’den çıktı. Siz kendi aranızda her zaman konuşuyorsunuz ve bunu seviyorsunuz. Bunu düzenli yapıldığı bir ortam oluşturalım dedi. Dünyada da mimarlığın sözüyle yapının yapıldığı biçimde çoğu zaman bir örtüşme yok.
“Laf”  başka bir kulvarda geçerken yapılan yapılar başka bir kulvarda geçiyor. Acaba biz yapı üretimi ile söz üremini üst üste geçirebilir miyiz? demişti. Böylece iyi bir proje ortaya çıktı ve bize de çok şey kattı. İki nedenle; ilki, hep yaptığımız konuşmaları sistematik olarak yaptık ikincisi, başkalarının önünde yaptık ve başkalarının önünde yaparken açık olduk. Samimiydik, açıktık ve kaytarmadık. Açıklayamadığımız noktalar olduğunda samimi olarak vardı. Orada konuşmadığımızdan değil, bilmiyorduk o yüzden açıklayamadık.

M. Ş.:
Umarım devam eder…

N. S.:
Başka projeler olarak devam edebilir. Aslında biz baksa gruplar çıkar diye de düşünmüştük ama olmadı, umarım olur.

M. Ş.:
Mimar Nevzat Sayın dediğimizde piyasada iş yaparken her zaman istediğiniz gibi davranabiliyor musunuz? Mesela en son Narcityi yapıyorsunuz bunda ne kadar insiyatifinizi kullanabildiniz ya da Evidea. Bunlarda istediklerinizi yapabildiniz mi? İş veren kuruluşların beklentileri şu kadar m² salon, şu şu kadar m²,... böle beklentiler olduğunda mesela Tepe İnşaat’la yaptığınız Narcity’ de böle şeyler geldi mi size? Sizin tutumunuz ne oldu?

N. S.:
Biz bugüne kadar “toplu konut” projeleri için hiç çağrılmamıştık. Son birkaç yıldır içindeyiz. Sanki bu konular mimarların yaptığı konular değil de, inşaat şirketlerinin yaptığı konularmış gibi yani. Aslında dünyada da bunu çoğu zaman “mimarlar” değil “inşaat şirketleri” yapar. Son zamanlarda çağrılmamızın nedeni aslında dünya üzerinden geliyor. Dünyada da “toplu konut” projelerinde mimarların her zaman olduğundan daha aktif olduğunu görüyoruz. Zorlandığımız konu, projeleri kendi bildikleri dünyanın yapılarına benzetmeye çalışıyorlar olmaları diyebiliriz. Bu anlamda en ilginç proje Evieda oldu diyebilirim. Yapı Kredi Koray açtığı yarışmayı biz kazandık. Yapı Kredi Koray tam anlamıyla bir kurum. Şahıs şirketi değil. Yönetici kadrosundan alt birimlerine kadar kurumsal bir kimliğe sahipler. Sonuçta bizim yaptığımız projeyi seçtiler. Seçtiler ama sevmediler. Onun ne kadar satacağını ne kadar satamayacağı bir türlü anlayamadılar. Sonucunda bizim projemizi evcilleştirmeye çalıştılar. Çok sert bir projeydi Evieda projesi.470 tane konutu bir arazinin sadece cephelerine yerleştirip sadece bir avlu oluşturacak şekilde planlanmıştık. Bu alışıldık olmayan bir şeydi. Öyle bir noktaya gelindi ki, biz bunun satılacağını ispatlamak durumunda kaldık. Bu noktada da aklımıza focus gruplar geldi. Sonuçta yeni çıkacak şampuan, süpürge, deterjan, otomobil gibi tüm ürünler focus gruplara tanıtılır ve ne düşündüklerine göre bir strateji belirlenir. Biz de bunu yaptık. İçlerinde banka müdüründen Boğaziçili felsefe öğrencisine, subaydan belediye görevlisine kadar değişik kesimlerden insanların bulundu 15 şer kişilik 3  focus gruplarına 3 gün projeyi anlattık. Birini ben anlattım, birisini İhsan anlattı, birini Emre anlattı. Çok ilginç bir süreç. Focus grubu çalışmaları sonucunda Koray bize dedi ki “Tamam, biz bu projeyi beğenmedik ama yapıyoruz.” şimdi bu çok önemli bir şey. İnsanın kendi evi gibi bakmaması ve oradaki nesnel gerçekliği okuyabilmesi ve görebilmesi çok önemli ve bu yapıldı. 3 fazda yapılacaktı, tek fazda bitirdiler çünkü her şeyi sattılar. Biraz önce dediğim gibi mimarın ikna gücü olmak zorunda, öyle ya da böyle. “Ben bunu böyle istedim onun için.” diyemezsiniz. Tepe’de de buna benzer şeyler oldu hatta Tepe’de daha da zorlandık çünkü Narcity 1300 konutluk bir projeydi. İnsanlar önce tüm bunları kendi evleri gibi istiyorlar, sonra kendi gerçekliklerini bırakıp hayatın gerçekliklerine geçiliyor. Biraz da mimarlara güvendiklerinde o akıllarındaki evlerden kurtulup farklı evlere, en azından akıllarında oluşturduklarından farklı evlere ulaşabiliyoruz.

M. Ş.:
Bugün sabah gazetesini okudunuz mu? İşte İnsan ekinde Narcity hakkında bir bölüm vardı. Konutların % 70’i satılmış; bunu başaran 4 bayan pazarlamacı aynı zamanda iyi arkadaşlar şeklinde bir yaklaşım vardı. Tepe’nin adı geçiyor fakat asıl olan mimarın adı geçmiyor. Ben Nevzat Sayın ismini aradım ama göremedim. Ama bunun arkasındaki asıl işi yapan mimar değil mi? Mimarın ön planda olması gerekmez mi?

N. S.:
Türkiye’de mimarlardan söz etmek genelde çok bilinen bir şey değil. Nasıl söz edeceklerini bilemiyorlar. Ya tamamen ön planda oluyorsunuz ya da tamamen arkada kalıyorsunuz. Ben tamamen ön planda olmayı kendime yakın bulmuyorum. Ama hiç adımızın geçmemesine de itirazım var. Unutmamak lazım ki pazarlama grubunun becerisi çok önemli. Becerikli reklâmcılar her zaman der ki ‘kötü bir şeyi istediğiniz kadar çaba sarf edin satamazsınız, mal iyiyse satarsınız ama iyi malı satamamak var. Mal kötüyse satamayabilirsiniz ama mal iyiyse satamamak gibi bir probleminiz yok.’ Hiç unutmuyorum bir sanayici arkadaşım pazarlamanın önemine hiç inanmıyor. Bir seminerde ekonomi uzmanı konuşma yapıyor;. ‘Herkes pazarlamanın, ekonominin en önemli konusu olduğunu söyler.’ diyor konuşma sırasında. Arkadaşımda aklından benim gibi düşünen birisi çıktı. Aslında önemli bir şey olmadığını söyleyecek diye düşünürken cümlenin devamı şöyle geliyor; ‘Öyle değil aslında.
Önemli bir konusu değil; tek konusudur!’. Bu çok önemli bir şey. Yani şimdi pazarlama gruplarına çok iş düşüyor çünkü herkes ezberindeki evi arıyor yani çatısı şöyle, penceresi böyle olacak... Gelip gördüğü şey o eve hiç benzemiyor; muhtemelen gördüğü hiçbir eve benzemiyor. Nasıl satacaksınız.

M. Ş.:
Mutfak hakkında bi makaleniz var. Sanırım mutfak tasarımı konusunda 2-3 ay sonra olacak bir yarışmada da jüri üyesisiniz. Mutfak konusuna ilginiz nerden geliyor?

N. S.:
Yemeğe olan ilgimden diyebilirim. Yemesini de yapmasını da çok severim. Özel bir yerdedir mutfak konusu. Evde 2 tane üretim alanı vardır. Yatak odası ve mutfak. Bu ikisi çok önemlidir. Mesela iyi bir yatak odası ve iyi bir mutfak çözülmüş ev sayısı çok azdır. İyi bir salon genellikle vardır. Büyüklüğü, mobilyası, manzarası hep başa çıkılır ama çok iyi yatak odası çok iyi bir mutfak çözülmüş ev sayısı çok azdır.

M. Ş.:
Tarzınızdan söz ettiğimizde siz sosyalleşmeyi ön planda tutuyorsunuz hep. İnsanı bir sosyal bir varlık, yapıyı da bunun bir parçası olarak görüyorsunuz. Daha çok yapıları sosyalleştirmek istiyorsunuz diyebilir miyiz?

N. S.:
Şu söylenebilir: Tek bir ev yapmak, ya da bahçenin içersinde kapıda güvenliği olan genel müdürlük binası yapmak, hatta kapıda güvenlik görevlisi olan okul yapmak eninde sonunda sınırlı sayıda insan için yapılan şeyler. Yapı ne kadar çok insan tarafından paylaşılır ne kadar çok yaşanır ve kullanılırsa bence o kadar önemli bir şeydir. Viyana’da Museum Quarter denen bir alan var, meydanın kullanım biçimini görmelisiniz. Bence öyle bir yeri yapmış olmak yeterince keyifli bir şey, oradaki binaların nasıl olduğuyla çok da fazla ilgilenmezsiniz. Üstelik binalarda iyi. Benimde biraz derdim bu, kamusal yapılarla uğraşmak. Bunlar da daha çok belediyelerin elinde. Kültür merkezleri, sosyal merkezler,... bu projeleri belediyelerle yapabiliyorsunuz. Bunun için Türkiye’deki birçok Büyükşehir ve yerel yönetimlerle irtibat kurduk fakat sonucunda bununla ilgili olumlu bir gelişim sağlayamadık konuyla ilgili önemli bir çalışmamız var. Bilgi Üniversitesi için çalıştığımız Silahtarağa / santral Projesi, bu anlamda en umut verici proje. Kapısı açık olacak, müze, kütüphane, eğitim binaları,  çocuklar için kullanılacak mekânlar, lokanta, kafeterya, etkinlik alanları olan bir proje olabildiğince fazla insanın paylaşımını içeren bir yapı olduğundan aklımdaki dünyanın yapılarından olacak diye düşünüyorum. Yapıların insanları dönüştürebilmesi konusunda iyi bir örnek. Mesela cok ilginç, konutlarımız böyle olamıyor. 470 ya da 1300 tane konut, aslında bunlar sosyalizasyon projesi olmalı ama öyle olmuyor, bir yatırım projesi oluyor daha çok. Sen istediğin kadar onu hangi niyetle yaparsan yap, sonunda geldiği yer; altından, dövizden daha kıymetli bir yatırım aracı oluyor. Mevcut düzende senin yaptığın şeyin hayatta ki karşılığı çoğu zaman aklındaki gibi olmuyor.

M. Ş.:
Bir dönem okulumuzda da proje yürütücüsü olarak çalıştınız. Şu anda Bilgi Üniversitesi’ndesiniz. Mimarlık eğitimi hakkındaki düşünceleriniz neler peki?

N. S.:
Mimarlık eğitimi her geçen gün tekdüzeliğe doğru evriliyor. Mimarlık okullarının belirgin kişiliklerinden ve yetiştirme yönteminden söz edilirdi. Ama artık mimarlık okulları sahip oldukları kişiliklerini bir kenara bırakıp, tek düzen öğrenci yetiştirme haline dönüşmeye başladı. Bence okullar misyonlarını tam anlamıyla tarif etmeliler ve bu çerçevede sahip oldukları kimlikleri korumalılar. Ayrıca okullar öğrenci bazlı değiller sanki öğrenciler orda yok gibi. Biz şimdi bir model deniyoruz, bunu önemsiyoruz. Tabi bir şey söylemek için çok güç, bir yılı daha yeni devirdik. Niyetinizin öğrenci merkezli mimarlık anlayışını sürdüren bir okul olması gerekiyor.
M. Ş.:
Okul projelerinde bazı şeyleri biraz gözardı edebiliyoruz ama mezun olduğumuzda bazı şeyler duvar gibi önümüze çıkıyor. İmar yönetmelikleri, belediyeler, müşteri istekleri,vb. Bu açıdan düşündüğümüzde mimarlar özgür mü? Ya da ne kadar özgür? Ya da günümüzde sıkça karsılaştığımız yap-sat kültürünün bir dişlisi mi oluyor sadece?

N. S.:
Birkaç şey var bunun içinde. Bence benim çevremdeki mimarlar yeterince özgür, hani bizim aslında kimseye laf edecek halimiz yok. Ben aslında o binayı söyle yapmak istiyordum ama mal sahibi böyle istedi, diyemeyiz.
İşverenimiz, proje yönetimimiz, bizim mimari tutumumuz, bunun ekonomik programını yapan insanlar, pazarlamacılar, vb. Bu geniş katılımlı kadronun içinde çalısmayı göze aldıktan sonra bence mimarın özgür olup olmadığı konusunda bir soruya bile gerek kalmıyor çünkü kimse size çıkıp bunu böyle yap demiyor aslında çok sıra dışı durumlar dışında. Elindeki veri bu ve burada yapmak zorundasın. Kişisel olarak benim alanım sınırlandıkça derinleşir diye düşünüyorum yeter ki bu gereksiz bir dayatmaya dönüşmesin. Parasal anlamda, büyüklük anlamında, yapılabilirlik anlamında, malzeme anlamında sınırlandıkça ben daha zengin şeyler ortaya çıktığını düşünüyorum. “Ne istersen yap.”’dan ;  “Şunu yap.” diye upuzun bir liste verilerek talep edilen binalardan ben ikincisini isterim. Bu bana önemli geliyor, daha gerçekçi kılıyor. Dolayısıyla bence özgürsünüz. Sorun şu, bu ülkede mimarın kim olduğu belirsiz bir konu.  Bu konudaki sorunun temelinde de bu yatıyor bence. İçinde çok işe karışan, şu olsun diyen, her konuda fikri olan işverenlerle de; çok daha rahat, sadece ana hatlarla ne istediğini söyleyen idealist olarak görünen işverenlerle de çalıştık. İkisi arasında çok önemli bir fark yok, bir iktidar alanı meselesi haline dönüşmedikçe. Çünkü çoğu işveren buna katlanamıyor. Parayı o veriyor ama mimar aklına ne gelirse yapıyor diye düşünüyor. Ve bu düşünce ilginç bir kıskançlık verebiliyor işverene. Ama ben yönlendirilebilir bir şey olduğuna, iyi bir şey olduğuna inanıyorum bu kıskançlığın. O kadar kıymetli bir şey başlıyor ki onun için, karışmadan duramıyor. Bu yüzden bunları iyi ölçmek iyi tartmak ve arada bir yol bulmak zorundayız diye düşünüyorum. Yani ortak bir düşünce önemli ve ulaşılması da çok zor bir şey değil bence.

M. Ş.:
Sizin; “Belediye işleriyle uğraşmam, bunu iş haline getiren mimarlar var.” diye bir sözünüz var. Yazıyı nerde okuduğumu hatırlamıyorum ama.

N. S.:
O yazıyı hatırlıyorum, tam şurda diyemem ama yazının metnini hatırlıyorum. İlk defa öyle bir şey söylemiştim, bir daha da söylemedim. O şuydu; dünyanın birçok yerinde de aslında ortalama yapıları yapanlar, aslında hiç onlardan haberimiz olmayan insanlar. Bildiğimiz vasat bir takım binalarla uğraşıyorlar ve dünyada da en çok bunları görüyoruz. Aslında bizim konuştuğumuz ve mimarlık dediğimiz şey ile ötekinin anladığı şeyin aynı olduğu nokta, biraz daha düşünsel boyutunun önemli olduğu şeyler.



17 Ağustos 2011 Çarşamba

Mimarın Şizofren Hali

Çok yakında... Yazılar, Söyleşiler,Projeler, Geziler... Mimarın Şizofren Hali'nde...